17 Nisan 2014 Perşembe

Yakuti Gülün Külü




                                                                 ellerin çekingen
                                                                 yalansız sevgilerde
                                                                
                                                                sabırla bu kadar güzelleşir insan


Dış kapıyı sessizce açtın, süzülür gibi girdin içeriye. Mutfağa yöneldin. Yaşın ondört. İnce yapılıydın, kırılıverecekmiş gibiydi yüzün. O yaşından bile küçük gösteriyordun.  Her çocuk gibi, yaşama sevinciyle uzandın ekmek sepetine.

            “Öğlen ne çabuk oldu oğlum?” dedi annem. “Pırasa pişiyor, beş dakikacık bekleyiverseydin.” Cevap vermedin, dolaptan yağı çıkardın, oturdun, ekmeğe sürdün, yemeye koyuldun.

            Annemin itirazını sürdürmesine aldırmadan, bir dilim ekmek daha yedin, acele bir limonata yaptın kendine ve hala söylenen annemin yanağından bir makas aldın.

            “İşim var anacığım” dedin ve kapıdan çıkarken bir sigara yaktın.

            Annem, arkandan “Kahveye uğrayamazsan, geberirsin!” okunu atarak, pes etti.

            Yarım saat sonra işe gidecektin, çini basmaya.

                        *                                 *                                 *

            Sen, sonra da ben, babamızı hiç sevemedik. Evde sadece sen baba dayağı görmüştün, bu yüzden annem bir başka üstüne titrerdi senin. Hastalıklı bir bebeklik geçirdiğini söylerdi.
Büyük ağabeyimizi babamız yerine koymuş, bu garip boşluğu onunla doldurmaya çalışıyorduk. Yıllarca suskun bir saygıyla taşıdık bu sevgiyi.

            (…)

            Yaşanmamışlıkların çok belirgin olduğu bir ömürde sadece yalnızlıklar belirleyici hale gelir. Sadece, gürül gürül bir yüreğin ulaşacak deniz bulamama sancısı. Sen, sorunlu yaşadın ama sıcak, sevecen bir insana dönüştürdün o tokadı.

            Ben, seni onbir yıldır çok özlediğimi yalnızca kendime söyleyebilirim.

                        *                                 *                                 *

            Sohbetlerimizden aklımda kalanları aşağıya yazacağım. Şiir mi, değil. Böylesi daha güzel belki; şekliyle, tadıyla, kıvrılıp bükülmeden.
           
-         Bir kuyu dipsizliği kadar uzaksa şimdi ümit, onurla taşıdığımız hayata ancak taç olur ölüm.  (Yoksa biz miyiz kuyunun dibindeki? Sendeki “o” kadar yabancı.)

-   Bildiğim her şey, hüzüne bulanarak yapıştı bana. “Hatırla” dediğim her şey, kahır   
   kokusuyla tıkıyor genzimi.

-         Vazgeçtim, biliyorsun. Hıncımı alıyorum zamandan. Deliymişim, bilmiyordum ah. (Üzgündün, çaresizdik. Konuştun, anlamadık. Şimdi, kahreden suskunluğun istemediklerimizi de duyuruyor.)

-         Birini kendinsiz bırakırsan, kendini kaybeder, arar, kendinde seni bulur.

Az kaldı, buluşacağız.

2 Mart 2014 Pazar

Çengel

                             şiir, kitaplar ve şarkılar ah

                          ilaç diye ciğerlerime sürdüğüm


*
ne çok uğultu yüklemişim duvarlarıma
yaslı çivilerle rapt eylediğim
ne çok iç ağrısı, can törpüsü, kendimle konuşmalar
avuntu çerçevelerine tıktığım bağırmalar
gürültüyle konuşmalarınızı anlayamadım

*
gövdesine hanımeli sarılmış ergen bir vişne ağacıdır çocukluğum
sarhoş baba kusmuğunu
duvara fırlatılmış kedi kanını
un bulamacıyla beslenmekten ölmüş kuzu yavrusunu
oğul tahliyesi bekleyen bir ananın kalp sancılarını
renksiz çiçeklerine bezenip eteğinde saklayan
vişne çekirdeklerinizi hala çöpe atamadım
*
ikiyüzlü davranamam
ölene dek taşıyacağım bir burkulmadır ergenliğim
Füruzan’ın kalemine tutunmuş her çocuk gibi
çıktığın o kapıyı tekrar bulamama kaygısı
kapı önünde kalma ürküntüsü
gönderdiğini unutan Ayhan Işık bıyığına hükümlü
kapılı tablolarınızın önünde kalakaldım, ayrılamadım
*
can törpüsü yavaşlasın, acıları azalsın umududur insanı yaşatan
bu unutkan ablalar, bu vicdansız abiler ne çok hak ettiler balgamı
ne çok iç ağrısı koydular önümüze
ne çok gülüşümüz boğuldu, sakatlandı ve kayıp
cezaevi, askerlik, tımarhane ömrümüzün özeti
düğün kasetlerinize katlanamadım
*
öyle gür
öyle gür sanıyordum ki sesimi
ödümü patlatırım diye haykıramadım